Kategori arşivi Sağlık-Blog Yazıları

Tereyağı ve Bitki Bazlı Yağların, Ölüm ve Kanser Riski Açısından Karşılaştırılması

Yeni bir çalışma bulgularında; tereyağını bitki bazlı yağlarla, özellikle zeytinyağı, soya fasulyesi yağı ve kanola yağı ile değiştirmenin erken ölüm riskini azaltabileceğini düşündürmektedir.

Araştırmacılar, günde 10 gram tereyağının eşit miktarda bitki bazlı yağ ile değiştirilmesinin, genel mortalitede tahmini %17’lik bir azalma ve kanser mortalitesinde %17’lik bir azalma ile ilişkili olduğunu gözlemlediler.
Uzmanlar, sağlıklı yağlara, özellikle de daha yüksek miktarda omega-3 yağ asidi içerenlere öncelik vermenin genel sağlık için önemli olduğunu söylüyor.

JAMA Internal Medicine’de yayınlanan kohort çalışmasında üç farklı popülasyonda 200.000’den fazla kişiden elde edilen veriler incelenmiştir. Hemşirelerin Sağlık Çalışması (1990-2023), Hemşirelerin Sağlık Çalışması II (1991-2023) ve Sağlık Profesyonelleri Takip Çalışması (1990-2023). Her çalışmaya kanser, kardiyovasküler hastalık, diyabet veya nörodejeneratif hastalık içermeyen katılımcılar dahil edilmiştir.

Tereyağı alımı, tereyağı ile pişirme veya yemek sırasında yemeğe tereyağı ekleme yoluyla düşünüldü ve bitki bazlı yağ alternatifleri zeytinyağı, soya fasulyesi yağı, mısır yağı, kanola yağı ve aspir yağı dahil edildi. 33 yıla kadar olan takip süresince, katılımcılara başlangıçta ve her dört yılda bir gıda alımı anketleri verildi.
Araştırmacılar, günde 10 gram tereyağının eşit miktarda bitki bazlı yağ ile değiştirilmesinin, genel mortalitede tahmini %17’lik bir azalma ve kanser mortalitesinde %17’lik bir azalma ile ilişkili olduğunu gözlemlediler.
“Diyetlerimizde bir miktar katı veya sıvı yağ (sıvı yağ) bulunmasının şart olduğunu hatırlamak önemlidir. Bu maddeleri yağ asitleri olarak yutuyoruz ve daha sonra bunları kan dolaşımımızda trigliseritler olarak taşıyoruz

Yağ asitleri vücudumuzdaki birçok hücrenin, dolaşımdaki kimyasalların ve önemli hormonların gerekli bileşenleridir. Diyetlerimizdeki yağların emilmesi için gereken bazı yağda çözünen vitaminler (A, D, E ve K) de vardır. Vücudumuz hayatta kalmak için gerekli yağ asitlerinin çoğunu üretebilirken, üretemediğimiz ve diyetlerimize dahil edilmesi gereken ‘temel’ yağ asitlerini diyetle günlük olarak almamız gerekmektedir.

Yağları en işlenmemiş formda seçmek – ve metabolizmaya ve uzun vadeli sağlığa faydaları olanlara öncelik vermek – iyi kaynaklar hakkında düşünürken göz önünde bulundurulması gereken en önemli husustur.

Fonksiyonel beslenme açısından bakıldığında, yağlar sadece bir enerji kaynağı değil, aynı zamanda hücresel onarım, hormon üretimi, beyin fonksiyonu ve iltihaplanma düzenlemesi için de gereklidir. Tam gıda yağ kaynakları en büyük faydaları sunar, çünkü vücudun yağları verimli bir şekilde işleme ve kullanma yeteneğini destekleyen ek besinlerle birlikte gelirler.

Fındık ve tohumlar – Badem, ceviz, keten, chia ve kenevir tohumları, kan şekerini dengelemeye, iltihabı azaltmaya ve bağırsak sağlığını desteklemeye yardımcı olan omega-3’ler, lif ve bitki bazlı protein sağlar.

Avokado – Kalp sağlığını, insülin duyarlılığını ve tokluğu destekleyen zengin bir tekli doymamış yağ, potasyum ve lif kaynağı.

Soğuk preslenmiş sızma zeytinyağı – Polifenoller ve tekli doymamış yağlar bakımından yüksek olan zeytinyağı, oksidatif stresle mücadele etme ve damar sağlığını destekleme yeteneği ile bilinir.

Yağlı balıklar – Yabani somon, sardalya ve uskumru, beyin fonksiyonu, iltihabı azaltma ve metabolik sağlığı koruma için kritik olan uzun zincirli omega-3’ler (EPA ve DHA) sağlar.

Otla beslenen hayvanlardan elde edilen tereyağı – Bunlar, bağırsak sağlığını destekleyen bütirat ile birlikte yağda çözünen A, D, E ve K2 vitaminlerini içerir.

Hindistan cevizi yağı – Bu yağlar, yağ olarak depolanmak yerine hızla enerjiye dönüştürülen orta zincirli trigliseritler içerir, bu da onları ölçülü olarak kullanıldığında beyin fonksiyonu ve metabolik destek için faydalı kılar.

Omega-3 yağ asitleri, tereyağı ikameleri veya sağlıklı yağ kaynakları seçerken de günlük diyetin bir parçası olmalıdır. Esansiyel alfa linolenik asidi içeren omega-3 yağ asitlerinin LDL (kötü) kolesterolü, dolayısıyla kardiyovasküler riski düşürmeye yardımcı olabileceğini akıldan çıkarmamak önemlidir.

Omega-3 yağ asitleri bakımından yüksek olan bitkisel yağlar keten tohumu ve ceviz yağıdır. Balık yağı, kardiyovasküler hastalık riskini azaltma eğiliminde olan başka bir omega-3 yağ asidi kaynağıdır. Fakat bitkisel kökenlilerde hayvansal kökenlilere göre biyoyararlanım oranı daha düşüktür.

“Esansiyel linoleik asit gibi omega-6 yağ asitleri mısır ve soya fasulyesi yağında yaygındır ve bunların EPA ve DHA’ya dönüşümü sınırlıdır.” Bu nedenle, bu yağların kalp sağlığı üzerindeki etkileri üzerine yapılan araştırmalar karışık kalırken, Cutler LDL kolesterolü düşürmediklerini veya kardiyovasküler riski azaltmadıklarını öne sürüyor.

Tereyağından kaçınmalı mısınız?

Öncelikle ot yiyen hayvanlardan elde edilen tereyağı, tereyağının çok daha sağlıklı bir versiyonu olarak görülüyor. Kanser, kardiyovasküler hastalık, kronik inflamasyon ve bağışıklık fonksiyonu üzerindeki potansiyel olumlu etkileri ile dikkat çeken doğal yağ asidi konjuge linoleik asit (CLA) gibi daha fazla besin içerir. Ancak, diyet sağlığının çoğu alanında olduğu gibi, denge anahtardır.

Ölçülü olarak tüketilen az miktarda tereyağı hala dengeli bir diyetin parçası olmalıdır. Otla beslenen hayvanlardan elde edilen tereyağının, daha düşük seviyelerde doymuş yağ ve daha yüksek seviyelerde doymamış yağ ve A Vitamini içerdiğinden normal tereyağından daha sağlıklı bir seçenek olduğu düşünülmektedir. Otla beslenen hayvanlardan elde edilen tereyağı, geleneksel tereyağından önemli ölçüde farklı bir besin profiline sahiptir ve kalp sağlığını, bağışıklık fonksiyonunu ve metabolik dengeyi destekleyen daha yüksek seviyelerde omega-3, konjuge linoleik asit (CLA) ve K2 vitamini sağlar. Ayrıca bağırsak bariyeri bütünlüğünü ve iltihaplanma düzenlemesini destekleyen kısa zincirli bir yağ asidi olan bütirat içerir. Tipik olarak tahılla beslenen elde edilen geleneksel tereyağı, bu besleyici besinlerde daha düşüktür ve ayrıca iltihaplanmaya katkıda bulunabilecek omega-6 yağ asitleri bakımından daha yüksektir.

Uzun Ömürlülüğü Artırmanın Yolları

Sürekli günlük yaşamda 100 yaşını devirmiş insanların uzun yaşam sırları önümüze çıkmaktadır. Acaba hiç düşündük mü? Biz bunların yapabiliyor muyuz? Burada basit ama etkili yöntemlerle hayatınıza küçük değişiklikler yaparak hem yaşam kalitemizi arttırmak hem de uzun ömürlü bir yaşama adım atmaya ne dersiniz?

Son yıllarda yapılan araştırmalar, daha sağlıklı ve uzun bir yaşamla bağlantılı olan bazı yaşam tarzı faktörlerini ortaya koymuştur.
Açık bir faktör diyettir: Daha az kırmızı et yemek, tuzdan uzak durmak ve Akdeniz tarzı bir diyet uygulamak uzun ömürlülükle ilişkilendirilmiştir. Burada sağlıklı yağları günlük tüketmek özellikle esansiyel olanları önem arz etmektedir. Burada omega-3 yağını özellikle diyetimize eklememiz gerekmektedir.
Bir diğer faktör de egzersiz. Günlük olarak yürüyüş yapmak kadar kısa bir süre bile yaşam süresini uzatmaya yardımcı olabilir ve çeşitli çalışmalar artık fiziksel aktivitenin yaşlanma süreçlerini yavaşlattığı mekanizmalara ışık tutmaktadır. Ama bunu daha profesyonel hal getirirp yaşam tarzı ve bir alışkanlık haline getirmek daha da iyi sonuçlar verecektir.

Bir diğer konu da uyku. Günlük yaşamda kolayca feda ettiğimiz ve umursamadığımız bir diğer fizyolojik fenomen.  Bunun için sitede sağlıklı uyku ile ile ilgili yazıma bir göz atabilirsiniz.

Son olarak, sosyal yaşamınıza özen göstermek de uzun ömür için önemlidir: Artan kanıtlar, kronik olarak yalnız hisseden ve sosyal olarak izole olan kişilerin erken ölüm riskinin daha yüksek olduğunu göstermektedir.
Muhtemelen çoğumuz uzun bir yaşam sürebilmeyi ve mümkün olduğunca uzun süre sağlıklı kalabilmeyi umuyoruz.

Sonuç olarak yayımlanan araştırmalar dört net faktöre işaret ediyor: diyet, egzersiz, uyku ve sosyal yaşam.

Bu dörtfaktör etrafında sağlıklı seçimler yapmak, arzuladığımız uzun ve tatmin edici bir yaşam sürmenin anahtarı olabilir ve olumlu değişiklikler yapmaya başlamak için hiçbir zaman geç olmadığından, şimdi sağlığı en önemli öncelik haline getirmenin tam zamanıdır.

 

İnsan Kanındaki Gizli Tehlike: Mikroplastik

Araştırmacılar hala mikroplastiklerin kardiyovasküler sistemi nasıl etkilediğini anlamaya çalışıyor.
Bir çalışmanın sonuçları, kan bağışçılarından alınan insan kanındaki polimer türlerini tanımladı ve en yaygın türleri, boyutları ve özellikleri ortaya koydu.
Sonuçlar, kan dolaşımının mikroplastikleri vücut boyunca taşıdığı ve mikroplastiklerin kardiyovasküler sorunlar için artan bir risk oluşturabileceği fikrini desteklemektedir.

Mikroplastiklerin insan vücudundaki varlığına ilişkin kanıtlar artmaya devam ediyor.

Environmental International’da kısa süre önce yayınlanan bir çalışmada, insan kanındaki mikroplastiklerin yapısı incelendi. Araştırmacılar 20 sağlıklı katılımcının tam kanını inceledi.

Bunlardan 18’inin kanında 24 polimer türü bulundu. Mikroplastiklerin çoğu beyaz ve berrak parçalardı.

Araştırmacılar, bu araştırmanın mikroplastiklerin vücutta nasıl dolaştığını ve mikroplastiklerin damar iltihabı veya kan pıhtılaşma işlevindeki değişiklikler gibi belirli sorunlara nasıl katkıda bulunabileceğini desteklediğini göstermişlerdir.

İnsan kanında büyük mikroplastik parçacıklar bulundu

Bu çalışmada belirtildiği üzere, “[m]ikroplastikler (MP’ler) tipik olarak çapı 1 µm [mikrometre] ile 5 mm [milimetre] arasında değişen sentetik plastik parçacıklar olarak tanımlanmaktadır.”

İnsanlar genellikle mikroplastiklere maruz kalmaktadır ve bu plastikler yemek ya da solumak yoluyla kan dolaşımına girebilmektedir. Önceki bulgular kanda ve hatta tıkalı arterlerde mikroplastikler tespit etmiş ve mikroplastiklerin kardiyovasküler sağlığa yönelik potansiyel tehlikelerine dikkat çekilmiştir.

Mevcut çalışma, kandaki mikroplastiklerin yapısı hakkında daha fazla bilgi ortaya çıkarmayı amaçlamıştır. Bu özelliklerin anlaşılması, uzmanların mikroplastiklerin insanlar için ne kadar tehlikeli olabileceğini anlamalarına yardımcı olabilir.

Araştırmacılar 20 sağlıklı, ilaç kullanmayan üniversite öğrencisinden kan örnekleri topladı. Kan örneği toplama sürecinin kanı mikroplastiklere maruz bırakabileceğini kabul etmişlerdir. Bu nedenle, toplama ve çalışma süresi boyunca kanın nelere maruz kalabileceği konusunda bir fikir edinmeye yardımcı olmak için numuneleri prosedürel boş numunelerle karşılaştırdılar.

Genel olarak, araştırmacılar her bir prosedürel boş numunenin ve kan numunesinin dörtte birini analiz etti. Daha sonra gözlemlenen mikroplastikleri ve kimyasal katkı maddelerini bilinen polimer ve plastik katkı maddesi kimyasallarıyla karşılaştırdılar.

Gösterilen sonuçlara, bu kütüphanelerle %70 veya daha fazla eşleşen partikülleri dahil etmişlerdir. Ekip ayrıca, numunelerin arka plan kontaminasyonunu ayarlamaya yardımcı olmak için miktar belirleme sınırı (LOQ) adı verilen bir yaklaşım kullandı.

Kan örneklerine bakıldığında, 20 örnekten 18’inin 24 farklı polimer içerdiği görüldü. LOQ kriterlerini kullandıktan sonra, 20 numuneden sadece sekizinin mikroplastik içerdiğini buldular.

Araştırmacılar daha sonra polietilen, etilen-propilen-dien ve etilen-vinil-asetat/alkol dahil olmak üzere bir dizi mikroplastik türünü tanımlayabilmişlerdir.

Toplamda, mikroplastiklerin sadece beşi miktar belirleme sınırının üzerindeydi. Dolayısıyla sonuçlar, katılımcıların %40’ında ölçülebilir miktarda mikroplastiğin varlığına işaret etmektedir.

Mikroplastiklerin özelliklerine bakıldığında, araştırmacılar çoğunun berrak veya beyaz görünümlü parçalar olduğunu tespit etmiştir. Ayrıca kan örneklerinde çeşitli katkı kimyasalları ve plastik alternatifleri tespit edebildiler.

Mikroplastiklerin boyutları da değişiyordu; ortalama parçacık uzunluğu 7-3000 µm ve ortalama parçacık genişliği 5-800 µm arasındaydı.

Önceki çalışmalarda gözlemlenenlerle karşılaştırıldığında, bu partikül boyutları çok daha büyüktü ve bu da potansiyel sağlık etkisi hakkında bazı soruları gündeme getirme potansiyeli taşımaktadır.

Çalışma bulguları ne kadar doğru?

Bu araştırmanın bazı sınırlamaları vardır. İlk olarak, numunelerin potansiyel kontaminasyonunu hesaba katmak zordur. Bu çalışmanın yazarları bunu hesaba katmaya çalışmış olsa da, mikroplastik araştırmalarında arka plan kontaminasyonunu hesaba katmak için henüz standart bir protokol yoktur.

Araştırmacılar ayrıca sadece mikroplastik polimerlerin kütlesini tahmin etmişlerdir ve kütle ve diğer değerleri hafife almış olabileceklerini kabul etmektedirler. Ayrıca, kullandıkları %70 veya daha fazla eşleşme kriterine dayanarak partikül bileşiminden tam olarak emin olamamaktadırlar ve eksik organik madde sindirimi ve partikül giderimi için kullanılan özel alüminyum oksit membranlar olan Anodisc filtrelerinin kullanımı ile daha da sınırlandırılmışlardır.

Ayrıca yazarlar, her bir kan örneğinin yalnızca dörtte birini inceleyebildikleri için analizlerinde bazı polimerleri gözden kaçırmış olabileceklerini ve yuvarlama hatası riski olabileceğini kabul etmektedirler. Ayrıca boş numunelerde polietilen bulunduğunu da kabul etmektedirler.

Kandaki mikroplastikler kardiyovasküler sağlığı nasıl etkiliyor?

Araştırmacılar, bu verilerin mikroplastiklerin kan dolaşımı yoluyla vücuda yayıldığına işaret ettiğini belirtiyor.

Bu mikroplastikler, kanın pıhtılaşması, damar iltihabı, bağışıklık sistemi değişiklikleri ve organlarda olası mikroplastik birikimi gibi sorunlar da dahil olmak üzere çeşitli sağlık riskleri oluşturabilir.

Çalışmanın yazarları “Mikroplastiklerin etkilerini anlamak için önemli miktarda daha çalışma yapılması gerekiyor. Örneğin, mikroplastiklerin kanda nereye hareket ettiklerini ve biriktikleri alanlar olup olmadığını anlamak çok önemlidir. Bu daha sonra daha fazla risk altında olabilecek potansiyel dokuları anlamamıza yardımcı olacaktır.” ifade etmektedirler.

Daha fazla araştırmaya ihtiyaç duyulmakla birlikte, mevcut çalışma mikroplastiklerin potansiyel tehlikelerine işaret etmekte ve sorunu ele almak için ne tür müdahalelerin gerekli olabileceğine dair bir düşünce sunmaktadır.

Sonuç olarak, küçük bir çalışma olmasına rağmen mikroplastiklerin sağlık üzerindeki etkilerine dikkat çekmek için önemli ve büyük bir adımdır.  Bu kadar yüksek hacimde üretilen plastiklerin her alanda insan yaşamına girmesi ile kanda tespiti hiç te şaşırtıcı olmasa gerek.

Hem sağlığımız hem de çevre için plastik materyal kullanımını azaltmalıyız.

Bitter Çikolatanın Tansiyon Düşürücü Etkisi Olabilir mi?

Esansiyel hipertansiyon, bilinen bir nedeni olmayan yüksek kan basıncıdır.
Bitter çikolata, sağlık açısından değerli faydalar sunabilecek popüler bir gıda maddesidir.
Bir Mendel randomizasyon çalışması, bitter çikolata alımının esansiyel hipertansiyon riskinde azalma ve muhtemelen kan pıhtılaşması riskinde azalma ile ilişkili olduğunu bulmuştur.
Yüksek tansiyon kardiyovasküler sağlık için tehlikeli olabilir. Yüksek tansiyonun önlenmesi ve yönetimi birçok olumlu sağlık sonucunun elde edilmesine yardımcı olabilir, ancak araştırmacılar hala yüksek tansiyonu önlemek için en iyi yöntemleri anlamaya çalışmaktadır.

Nature Scientific Reports dergisinde yayınlanan yeni bir çalışma, bitter çikolata alımının esansiyel hipertansiyon (yüksek tansiyon) riskini azaltmaya nasıl yardımcı olabileceğini incelemiştir.

Sonuçlar ayrıca bitter çikolata tüketiminin kan pıhtılaşması riskini azaltabileceğini düşündürmektedir, ancak araştırmacılar nedensel bir ilişki kuramamıştır.

Sonuçlar, bu gıdanın potansiyel faydalarına ve potansiyel sağlık yararları konusunda gelecekte yapılacak araştırmalara duyulan ihtiyaca işaret etmektedir.

Hipertansiyonun tehlikeleri ve bitter çikolatanın faydaları

Yüksek tansiyon veya hipertansiyon, kanın vücuttaki atardamarlara uyguladığı kuvvetin çok yükselmesidir.

Esansiyel hipertansiyon veya yüksek tansiyon, bilinen bir nedeni olmayan yüksek kan basıncını içerir.

“Esansiyel hipertansiyon, altta yatan belirgin bir neden olmaksızın yüksek kan basıncı seviyeleri ile karakterize edilen oldukça yaygın bir tıbbi durumdur. Dünya genelinde hipertansiyonun açık ara en yaygın nedenidir. Esansiyel hipertansiyon, koroner arter hastalığı, kalp yetmezliği ve inme dahil olmak üzere kardiyovasküler hastalıklara en fazla katkıda bulunan hastalık olarak öne çıkmaktadır.”

Yüksek tansiyon yaşam tarzı değişiklikleri ve bazı ilaçlarla yönetilebilir. Bununla birlikte, insanlar genellikle yüksek tansiyonun ilk etapta ortaya çıkmasını önlemek için harekete geçebilirler. Genel olarak, sağlıklı beslenmek, sağlıklı kiloyu korumak ve egzersiz yapmak yardımcı olabilir.

Bununla birlikte, araştırmacılar belirli gıdaları tüketmenin yüksek tansiyonun önlenmesine nasıl yardımcı olabileceğini de araştırmaktadır. Bu gibi araştırmalar, insanların daha spesifik sağlıklı gıda seçimleri yapmasına yol açabilir.

Bitter çikolata, araştırmacıların üzerinde çalışmak istediği birçok potansiyel sağlık faydasına sahip bir gıdadır. Çikolatanın ‘bitter çikolata’ olarak kabul edilebilmesi için en az %50 kakao katı maddesi içermesi gerekir ve birçok bitter çikolata %70 hatta %90 kakaodan oluşur ki bu da şeker gibi diğer katkı maddelerine çok daha az yer bırakır. Bu yüzden bitter çikolata, sütlü çikolata çeşitlerine göre daha acı olma eğilimindedir. Kakao flavanoller açısından zengindir, bu nedenle çikolatanızdaki kakao yüzdesi ne kadar yüksekse, sağlık açısından o kadar fazla fayda mümkündür [Çikolata aynı zamanda iyi bir lif, demir, magnezyum, fosfor ve çinko kaynağıdır. Kakao oranı ne kadar yüksekse o kadar fazla kafein içereceğini de unutmamak gerekir].

Bitter çikolata esansiyel hipertansiyon riskini nasıl düşürür?

Araştırmacılar, bitter çikolatanın çeşitli kardiyovasküler hastalık riskini azaltmaya nasıl yardımcı olabileceği hakkında yaptıkları çalışmada;  bitter çikolata alımını ve esansiyel hipertansiyon, koroner kalp hastalığı, kalp yetmezliği, felç, damarlarda başlayan kan pıhtıları ve kalp krizi gibi çeşitli kardiyovasküler hastalıklar için riski incelediler. Analiz sonuçları bitter çikolata alımının olumlu yönleri için umut vericiydi. Araştırmacılar, genetik olarak öngörülen bitter çikolata alımının esansiyel hipertansiyon riskini azaltmaya yardımcı olabileceğini buldu. Veriler ayrıca bitter çikolata alımı ile esansiyel hipertansiyon riskinin azalması arasında olası bir nedensel ilişkiye işaret etmektedir. Araştırmacılar ayrıca bitter çikolata alımı ile venöz tromboembolizm (kan pıhtısı) riskinin azalması arasında da olası bir ilişki bulmuşlardır

Chocolate-derived treatments for hypertension?

Çalışmanın bulguları esansiyel hipertansiyonun önlenmesi için önemli bir umut vaat ediyor. Gelecekteki araştırmalar nedensel ilişkiyi doğrularsa, sadece diyet önerilerinin değil, aynı zamanda esansiyel hipertansiyonun önlenmesi veya yönetimi için yeni tedavilerin geliştirilmesinde bitter çikolatadan elde edilen biyoaktif bileşiklerin veya ekstraktların da önünü açabilir. Sonuç olarak, bu çalışma esansiyel hipertansiyonun önlenmesinin geleceği için heyecan verici olanaklar sunmaktadır.

Araştırmacılar bitter çikolata alımı ile diğer kardiyovasküler hastalıklar arasında herhangi bir ilişki bulamadı.

İncelenen hastalıklar arasında bitter çikolata alımı özellikle hipertansiyon riskinin azalmasıyla ilişkilendirilmiş, ancak başka herhangi bir durumla ilişkilendirilmemiştir. Bu kayda değer bir bulgu olmakla birlikte, klinik anlamı sınırlıdır. Hipertansiyon için klinik kardiyovasküler endişe, kalp krizi ve felç gibi sonuçta ortaya çıkan durumların oranları üzerindeki potansiyel etkisi olacaktır, ancak bitter çikolata alımı ile diğer kardiyovasküler durumlar arasında başka bir ilişki tespit edilmemiştir.

Daha fazla çikolata yemek kalp sağlığımı iyileştirir mi?

Genel olarak sonuçlar, esansiyel hipertansiyonun önlenmesinde bitter çikolatanın potansiyel faydalarına işaret etmektedir. Ayrıca bu alanda gelecekte yapılacak araştırmalara da kapı açmaktadır.

Bunun gibi çalışmaların ardından birçok heyecan verici araştırma yolu açık kalmaya devam ediyor. Sonraki adımlar arasında bitter çikolata tüketiminin kardiyovasküler sağlığı etkilediği kesin mekanizmaların ortaya çıkarılması yer alıyor. Bu, bitter çikolata alımının kardiyovasküler sağlıkla ilgili gen ifade kalıplarını nasıl etkileyebileceğini anlamak için gelişmiş genetik tekniklerin kullanılmasını gerektirebilir. Ayrıca, bitter çikolatanın aterosklerotik plak oluşumu ve ilerlemesi, kardiyak fonksiyon ve yeniden şekillenmenin yanı sıra kan pıhtılaşması ve fibrinoliz gibi diğer kardiyovasküler son noktalar üzerindeki potansiyel etkisi de daha fazla araştırılabilir. Özellikle kakao içerisinde bulunan flavonoidlerin (anitoksidan maddeler) organizma üzerindeki olumlu etkilerini düşünürsek günlük mutlaka yine flavonoidler içeren filtre kahve ya da türk kahvesinin yanında bitter çikolata tüketmenşn yararı ortadadır.

Sağlıklı bir yaşam dileklerimle.

KAFEİN REM UYKUSUNU GECİKTİREBİLİR!!!

1 Ekim Dünya Kahve Günü

Daha çok kahvenin temel bileşeni kafein olarak bilinse de, kahvede yer alan antioksidan (flavonoidler) bileşikler de organizma sağlığı için çok önem taşımaktadır. Sadece kafeinin uyarıcı etkisi çin kahveyi tercih etsek te, antioksidan etkisini göz ardı etmemek gerekmekte. Bunun için günlük tüketmeliyiz. Dünyanın en iyi bağımlılığı kahve tüketimidir ve siz de kahve bağımlısı olabilirsiniz. Ama bu tür bağımlılığı destekliyoruz.

Küresel nüfusun yarısına yakını uyku sorunu yaşıyor; ancak, iyi bir genel sağlık için uygun uyku hayati önem taşır.
Gün içinde enerji için kafein kullanmak yardımcı olsa da, daha fazla uyku sorununa yol açabilir. Araştırmacılar artık bir fare modeli aracılığıyla kafeinin uyku düzenini ve hatta beyin kan akışını etkilediğine dair daha fazla kanıt buldular. Araştırmacılar, kafeinin REM uykusunun başlangıcını geciktirdiğini ancak farelerin daha sağlıklı uyumasını sağladığını gözlemledi.

Uyumakta zorluk çekiyorsanız yalnız değilsiniz. Dünya nüfusunun yarısından fazlasında uykusuzluk var. Ve her gün yeterince uyku almak sağlık açısından hayati önem taşıyor. Önceki araştırmalar, uyku eksikliğini ABD’de diyabet, kardiyovasküler hastalık, yüksek tansiyon ve kazalar dahil olmak üzere önde gelen 15 ölüm nedeninden yedisiyle ilişkilendirmiştir.

İnsanlar gün içinde yeterli uyku alamamaktan yorulduklarında, çoğu zaman onlara enerji verecek bir şeyler ararlar. Çoğu zaman bu, kahve, çay veya enerji içeceği gibi kafein içeren bir içecek tercih edilir. Ancak kafeinin uyarıcı etkileri kalıcı değildir. Önceki araştırmalar, kafein alımının daha fazla uyku sorununa yol açabileceğini gösteriyor.

Kafein uyku düzenini ve REM uykusunu nasıl etkiler?

Bilim insanları, doğal hallerinde farelerin uyanıklık evrelerinin son kısmında sürekli olarak “siesta” veya kısa bir şekerleme yaptığını gözlemledi. Kafein verildiğinde fareler artık kısa kestirmiyorlardı.

Araştırmacılar ayrıca günlük kafein uygulamasının farelerde uyku başlangıcını, özellikle de REM uykusunu, aydınlık-karanlık döngüsüne göre iki saate kadar değiştirdiği bulundu.

Kafeinle artan beyin kan akışı

Araştırma sırasında bilim insanları, farelerin beyin kan akışının uyanıkken daha yüksek, uyku sırasında ise daha düşük olduğunu da keşfetti. Ancak REM uykusu dönemlerinde beyin kan akışında büyük artışların olduğu bir istisna durum vardır. Çünkü REM uykusunda beyin uyanıklıktaki gibi bir beyin aktivitesine sahiptir.

Kafein tüketen farelerin aslında uyanıkken beyin kan akışında bir azalma ve uyku sırasında beyin kan akışında önemli bir artış olduğu görüldü.

Farelerde uyanık durumdayken tüketilen kafein, REM dışı uyku sırasında beyin kan akışında önemli bir artışa neden oldu ve REM uykusu sırasında kan akışındaki artışı artırdığı saptandı. Bu artan beyin kan akışının, uyku sırasında beyin atıklarının temizlenmesini artırarak kafeinin nöroprotektif etkilerinde rol oynayabileceği öngürülmektedir.

Kafeinin etkileri ne kadar sürer?

Kafein, beyninizin ve sinir sisteminizin aktivitesini geçici olarak uyarmaya yardımcı olan bir uyarıcıdır. Kahve çekirdekleri, kola fıstığı, kakao çekirdekleri ve çay yaprakları da dahil olmak üzere 60’tan fazla bitki türünde bulunan doğal bir kimyasaldır. Kafein tüketmek için çoğu insan kahve, çay, enerji içecekleri, sıcak çikolata ve alkolsüz içecekler dahil olmak üzere uyarıcı içeren içecekler içer. Ayrıca bazı protein barları ve hatta kafein içeren bazı ilaçlar da vardır.

ABD Gıda ve İlaç İdaresi (FDA), yetişkinlerin günde yalnızca 400 miligrama kadar kafein tükettiğini, bunun da yaklaşık dört ila beş fincan kahveye eşdeğer olduğunu öne sürüyor.

Kafein sisteminize girdiğinde oldukça hızlı bir şekilde etki göstermeye başlar ve 30 ila 60 dakika içinde kanda zirveye ulaşır. Kafeinin etkileri arasında kalp atış hızının artması, nefes alma, fiziksel enerji ve zihinsel uyanıklık sayılabilir. Bu etkilerin ne kadar süreceği kişiye ve ne kadar kafein alındığına bağlı olabilir. Kafeinin yarılanma ömrü tipik olarak beş saattir, yani vücudun yarısını ortadan kaldırması bu kadar zaman alır.

Kafeinin sağlık üzerindeki etkileri

Bir kişi çok fazla kafein tüketirse aşağıdakiler de dahil olmak üzere bazı olumsuz etkilerle karşılaşabilir:

baş ağrısı
sinirlilik
endişe
hızlı nabız
baş dönmesi
mide rahatsızlığı
Geçmiş araştırmalar, orta düzeyde kafein tüketiminin kilo kaybı ve spor performansı üzerinde olumlu bir etkiye sahip olabileceğini ve vücudun Alzheimer hastalığı, karaciğer hastalığı, katarakt, böbrek taşları ve hatta belirli türdeki hastalıklara karşı korunmasına yardımcı olabileceğini gösteriyor.

Diğer araştırmalar, kafeinin depresyon ve anksiyete, artan kan şekeri seviyeleri, migren baş ağrıları ve hamilelik üzerinde olumsuz etki gibi bazı potansiyel zararlı etkilere neden olabileceğini göstermiştir.

Önceki çalışmalar kafeinin kişinin uykusu üzerinde de olumsuz etkisi olabileceğini gösteriyor. Haziran 2023’te yayınlanan bir araştırma, kafein tüketiminin kişinin toplam uyku süresini 45 dakika ve uyku verimliliğini %7 oranında azalttığını buldu.

Mayıs 2021’de yayınlanan araştırma, düzenli gündüz kafein alımının erkeklerde REM uykusu düzenlemesini etkilediğini, sirkadiyen REM uykusunun başlangıcını geciktirdiğini ve ayrıca uyanma kalitesini kötüleştirdiğini bildirmektedir.

Kafein tüketimini ne zaman bırakmalıyım?

Farelerin uyku-uyanıklık döngüleri farklı olduğundan ve çoğumuz hafta içi “uyuyamadığımızdan” bu bulgular insanlara nasıl aktarılabilir? Öğleden sonra 2’den sonra kafein tüketmeyi bırakmalı mıyız?

Birçok kişi, kafeinin, özellikle de günün ilerleyen saatlerinde tüketilmesi halinde, uyku kalitesini bozduğunu düşünüyor. Çalışmalar kafeinin uykunun, özellikle de REM uykusunun başlangıcını geciktirdiğini gösteriyor; ancak fareler uykuya daldıklarında aslında daha rahat uyudular ve uyku başlangıcının gecikmesini ‘sabah’ geç saatlerde uyuyarak telafi ettiler.

Çoğu gün geç saatlerde uyuyamayan çoğunluğumuz için, bu gecikmiş uyku başlangıcı (kafein tüketimi nedeniyle) rahatsız edici olabilir, bu da bazı kişiler için kafeini sabah saatleriyle sınırlamanın neden kaçınmanın önemli olduğunu açıklayabilir.

Genel olarak öneri, yatmadan dört ila altı saat önce kafeini kesmenizdir. Ancak yaş, kişinin metabolizması, altta yatan tıbbi durumlar, ne kadar kafein içtiği ve sigara içip içmediği gibi faktörlere bağlı olarak bu zamanlamanın değitirlmesi gerekebilir.
Kafeinin etkileri birkaç saat sürebileceğinden, kafeini yalnızca sabahları ve yatmadan en az 12 saat önce tüketilmesi önerilmektedir. Bu da kahve tüketiminin kişüye özel olarak ayarlanmasını gerekli kılmaktadır.

Yatmadan önceki 12 saat içinde kahve içerseniz veya kafeinli herhangi bir şey tüketirseniz, kafeinin uykuya başlamanızı geciktirmesi ve uyku mimarinizi bozması mümkündür. Kafein, adenozin adı verilen bir nörotransmiterin etkilerini rekabetçi bir şekilde engeller; yani kafein, adenozin reseptörlerine bağlanarak adenozinin bu reseptörlere etki etmesini engelleyerek uyanıklık sağlar. Adenozin bizi uykulu hissettiren molekül, dolayısıyla bu molekül reseptörlerine bağlanarak işlevini yerine getiremezse, o zaman uykulu hissetmeyiz, dolayısıyla kafeinin amacı da budur. Bu nedenle, yatmadan önce kafein hala kan dolaşımınızdaysa, büyük olasılıkla sağlam ve derin bir uykuya ulaşamazsınız ve uykuya başlamanızı geciktirebilirsiniz.

Sağlıklı yaşam için sağlıklı uyku. Bu nedenle kafeininde kişiye özel mutlaka gün içerisinde belirli miktarda kahve aracılığı ile tüketilmesi iyi olacaktır.

Öksürüğümün geçmesi için ne yapabilirim?

Yaz aylarında havanın çok ısınması ve bilinçsiz klima kullanımı vb nedenlerle yaz gribi artmaya başladı. Haliyle kuru öksürükte bunun en rahatsız eden semptomu olarak karşımıza çıkıyor. Öksürüğün en iyi tedavisi altta yatan nedene bağlı olacaktır. Bal ve tuzlu su gargarası gibi bir dizi ev ilaçları yardımcı olabilir. Ev ilaçları yardımcı olmazsa, reçetesiz ve reçeteli ilaçlar mevcuttur.

Bazı doğal ilaçlar öksürüğü hafifletmeye yardımcı olabilir. Bununla birlikte, Gıda ve İlaç İdaresi’nin (FDA) Güvenilir Kaynak’ın bitkileri ve takviyeleri izlemediğini unutmamak önemlidir, bu nedenle bunları kullanan kişiler düşük kaliteli ürünler ve safsızlıklar kullanma riski altında olabilir. Öksürüklerini tedavi etmek için doğal ilaçlar kullanmak isteyen kişiler, kaynakları ve markaları araştırmalıdır. Ayrıca bazı bitkilerin ve takviyelerin ilaçlarla etkileşerek istenmeyen yan etkilere yol açabileceğinin farkında olmalıdırlar.

Bir kişi aşağıdaki durumlarda da bir doktora görünmelidir:

öksürük uzun sürer veya tekrarlarsa
Nefes darlığı yaşarsa
Kan veya sarımsı-yeşil mukus mevcutsa
Ateş veya baş ağrısı yaşarsa
Öksürük hırıltı veya boğmaca sesi çıkarır şeklinde olursa

Doğal Öksürük İlaçları

Bal

Araştırmalara göre bal öksürüğü hafifletebilir. 2021 tarihli bir çalışma incelemesinde araştırmacılar, üst solunum yolu enfeksiyonlarında öksürüğü tedavi etmek için bal kullanmanın etkisine baktılar. Araştırmacılar balın hem öksürüğü bastırmada hem de antibiyotik ihtiyacını önlemede normal bakıma göre daha üstün olduğunu buldular. 2021’de yapılan bir çalışmada araştırmacılar, balı yaygın bir öksürük önleyici olan dekstrometorfan ile karşılaştırdı. Araştırmacılar hem balın hem de dekstrometorfanın öksürüğü bastırmak için çalıştığını bulmuşlardır. Balın bir denemede biraz daha yüksek puan aldığını ve başka bir denemede dekstrometorfan ile eşit olduğunu belirttiler. Bir kişi bu ilacı bir kaşık bal yutarak veya bitki çayı gibi sıcak bir içeceğe ekleyerek kullanabilir.

Zencefil
Zencefil, iltihap önleyici özelliklere sahip olduğu için kuru veya astımlı öksürüğü hafifletebilir. Ayrıca bulantı ve ağrıyı hafifletebilir.

Sıcak sıvılar
Soğuk algınlığı veya grip semptomları olan kişiler içeceklerini ısıtmaktan fayda görebilir. Aynı çalışma, sıcak içeceklerin boğaz ağrısı, titreme ve yorgunluk gibi daha fazla semptomu hafiflettiğini bildiriyor.

Buhar
Mukus veya balgam üreten ıslak öksürük buharla düzelebilir. Bu yöntemi denemek için kişi sıcak bir duş veya banyo yapmalı ve banyonun buharla dolmasına izin vermelidir. Semptomlar azalana kadar birkaç dakika bu buharda kalmalıdırlar. Daha sonra serinlemek ve su kaybını önlemek için bir bardak su içebilirler.

Alternatif olarak, insanlar bir buhar kasesi yapabilir. Bunu yapmak için bir kişi şunları yapmalıdır:

Büyük bir kaseyi sıcak suyla doldurun.
Okaliptüs, kekik, nane veya biberiye gibi uçucu yağlar ekleyin. Bunlar tıkanıklığı gidermeye yardımcı olabilir.
Kasenin üzerine eğilin ve başınıza bir havlu yerleştirin. Yaklaşık 10-15 dakika boyunca buharı solumaya devam edin.
Bir kişi günde bir ila iki kez yapıldığında buharlamayı faydalı bulabilir.

Hatmi kökü
Hatmi kökü, öksürük ve boğaz ağrısı tedavisi için uzun bir kullanım geçmişine sahip bir bitkidir. Bitki, yüksek müsilaj içeriği nedeniyle öksürükten kaynaklanan tahrişi hafifletebilir. Müsilaj, boğazı kaplayan kalın, yapışkan bir maddedir. Hatmi kökü ayrıca kurutulmuş bir bitki veya poşet çay olarak da mevcuttur. Bir kişi ikisine de sıcak su eklemeli ve ardından hemen içmeli veya önce soğumaya bırakmalıdır. Hatmi kökü suda ne kadar uzun süre demlenirse, içecekte o kadar fazla müsilaj olacaktır.

Tuzlu su gargarası
İnsanlar, boğaz ağrısını ve soğuk algınlığı ile ilişkili semptomları hafifletmeye yardımcı olmak için uzun süredir tuzlu su gargaraları kullanıyorlar. Mukusun gevşemesine ve bazı ağrıların hafiflemesine yardımcı olabilir. Bununla birlikte, muhtemelen viral yükün azaltılmasına yardımcı olmayacaktır.

2021 tarihli bir çalışmada, araştırmacılar COVID-19’un yayılmasını önlemeye yardımcı olmak için farklı antiseptik gargaraları karşılaştırdılar. Birkaç ticari markanın viral yükü azaltmaya yardımcı olduğunu, ancak laboratuvar yapımı bir tuzlu su solüsyonunun virüsü etkili bir şekilde öldürmediğini buldular.

Tuzlu su gargarası yapmak için kişi şunları yapabilir:

1/2 çay kaşığı tuzu bir bardak ılık suda eriyene kadar karıştırın.
Gargara yapmak için kullanmadan önce solüsyonun biraz soğumasını bekleyin.
Karışımı tükürmeden önce birkaç dakika boğazınızın arkasında bekletin.
Öksürük düzelene kadar bunu her gün birkaç kez yapın.
Küçük çocuklar ve yüksek tansiyonu olan kişiler tuzlu su gargarası kullanmaktan kaçınmalıdır.

Bromelain
Bromelain, ananastan elde edilen bir enzimdir. En çok meyvenin çekirdeğinde bulunur. İltihap önleyici özelliklere sahiptir ve ayrıca mukusu parçalayıp vücuttan atabileceği anlamına gelen mukolitik özelliklere de sahip olabilir. Bazı insanlar boğazdaki mukusu azaltmak ve öksürüğü bastırmak için her gün ananas suyu içer. Bununla birlikte, meyve suyunda semptomları hafifletecek kadar bromelain olmayabilir. Bromelain takviyeleri mevcuttur ve öksürüğü gidermede daha etkili olabilir. Bromelain potansiyel bir alerjendir ve madde ayrıca yan etkilere neden olabilir ve ilaçlarla etkileşime girebilir. Kan sulandırıcı veya spesifik antibiyotik alan kişiler bromelain almamalıdır.

Kekik
Kekiğin hem mutfakta hem de tıbbi kullanımları vardır ve öksürük, boğaz ağrısı, bronşit ve sindirim sorunları için yaygın olarak kullanılan bir çaredir.

Asit reflü için diyet değişiklikleri
Asit reflü, öksürüğün yaygın bir nedenidir. Asit reflüyü tetikleyebilecek yiyeceklerden kaçınmak, bu durumu yönetmenin ve buna eşlik eden öksürüğü azaltmanın en iyi yollarından biridir. Her bireyin kaçınması gereken farklı reflü tetikleyicileri olabilir. Reflüye neyin sebep olduğundan emin olmayan kişiler, diyetlerinden en yaygın tetikleyicileri ortadan kaldırarak ve semptomlarını izleyerek başlayabilirler.

Asit reflüsünü en çok tetikleyen yiyecek ve içecekler şunları içerir:

alkol
kafein
çikolata
narenciye gıdalar
kızarmış ve yağlı yiyecekler
sarımsak ve soğan
nane
baharatlar ve baharatlı yiyecekler
domates ve domates bazlı ürünler

Propolis
Geleneksel olarak öksürük ve gribal enfeksiyonlarda bağışıklık sistemini güçlendirmek için kullanılır. Su, alkol ve zeytinyağı bazlı formları mevcut. En etkili formu alkol bazlı olanıdır.

N-asetilsistein (NAC)
NAC, amino asit L-sisteinden gelen bir takviyedir. Günlük bir doz almak, hava yollarındaki mukusu azaltarak ıslak öksürüğün sıklığını ve şiddetini azaltabilir. Kronik bronşit, mukus birikmesine, öksürüğe ve diğer semptomlara neden olan solunum yollarının uzun süreli bir iltihabıdır. Araştırmacılar, hava yolu tıkanıklığı olmayan kişiler için günlük 600 miligram (mg) NAC dozu ve tıkanıklık olan yerlerde 1.200 mg’a kadar önermektedir.

Probiyotikler
Probiyotikler doğrudan öksürüğü gidermezler ancak bağırsaktaki bakterileri dengeleyerek bağışıklık sistemini güçlendirebilirler. Sağlıklı bir bağışıklık sistemi, öksürüğe neden olabilecek enfeksiyonlarla savaşmaya yardımcı olabilir.  2013’te yayınlanan daha eski bir araştırmaya göre, Lactobacillus adlı bir bakteri türü olan bir probiyotik türü, soğuk algınlığını önlemede mütevazı bir fayda sağlıyor. 2016’da yayınlanan bir başka meta-analiz, probiyotik almanın, çocukların dolaylı olarak öksürüğü azaltabilecek solunum yolu enfeksiyonlarına yakalanma sayısını azaltmaya yardımcı olduğunu buldu.

Bazı yiyecekler de doğal olarak probiyotik açısından zengindir, örneğin:

Doğal yoğurt
Lâhana turşusu
Ancak gıdalardaki probiyotik birimlerin sayısı ve çeşitliliği büyük farklılıklar gösterebilmektedir. Probiyotik açısından zengin yiyecekler yemenin yanı sıra probiyotik takviyeleri almak en iyisi olabilir.

Soğuk algınlığını önlemeye yardımcı olacak ipuçları
Soğuk algınlığı veya öksürüğe yol açabilecek diğer solunum yolu enfeksiyonlarından kaçınmak her zaman mümkün değildir, ancak aşağıdaki ipuçları riski azaltabilir:

Hasta insanlarla temastan kaçınmak: Kişi, nezle, grip veya öksürüğü olan kişilerle güvenli bir mesafede durmalıdır.
Elleri düzenli olarak yıkamak: Kişi ciltten bakteri ve virüsleri uzaklaştırmak için sabun ve ılık su kullanmalıdır. Ebeveynler ve bakıcılar çocuklara ellerini düzgün bir şekilde nasıl yıkayacaklarını öğretebilir. Kişi, gerektiğinde ev dışında alkol bazlı el dezenfektanı kullanabilir.
Dezenfektan kullanmak: Bir aile üyesi hasta olduğunda, kişi mutfağı ve banyoyu düzenli olarak dezenfektanla temizlemeli ve yatak takımlarını, havluları ve yumuşak oyuncakları sıcak suyla yıkamalıdır.
Hidratlı kalmak: Bir kişi, dehidrasyonu önlemeye yardımcı olmak için yeterince su, bitki çayları ve diğer içecekleri içtiğinden emin olmalıdır. Özellikle sıcak yaz aylarında daha  da önemli hale gelmektedir.
Stresi azaltmak: Stres bağışıklık sistemini etkiler ve hastalanma riskini artırır. Stresi azaltmak için kişi düzenli olarak egzersiz yapabilir, meditasyon yapabilir, derin nefes alabilir ve ilerleyici kas gevşetme tekniklerini deneyebilir.
Yeterince uyumak: Bir kişi, düzenli kişisel bakım rutininin bir parçası olarak her gece 7-8 saat uyumayı hedeflemelidir.
Bağışıklığı güçlendirici takviyeler almak: Bir kişi, bağışıklık sistemini güçlendirmek için soğuk algınlığı ve grip mevsiminde çinko, C vitamini ve probiyotik almayı düşünebilir. Yeni takviyelere başlamadan önce, kişi bir doktorla konuşmalıdır. Alerji belirtileri bazen soğuk algınlığını taklit edebilir. Bir kişi polen, toz akarları, hayvan kepeği ve küf gibi tetikleyicilerden kaçınarak alerji alevlenmelerini azaltabilir.

Öksürük nasıl önlenir
Soğuk algınlığı veya başka bir solunum yolu enfeksiyonu ile uğraşırken, kişi daha hızlı bir rahatlama isteyebilir. Bal veya buhar gibi yukarıdaki çözümlerin bazıları daha çabuk yardımcı olabilirken, diğerleri o kadar çabuk etki göstermez. Bir kişinin öksürüğünü azaltmak için yararlı bulabileceği bazı ek adımlar şunları içerir:

Bitki çayı gibi ılık sıvılar içmek
Süt ürünlerinden kaçınmak
Alkolden kaçınmak
Duş buharından veya nemlendiriciden gelen nemli havayı solumak. özellikel burda soğuk buharın yanında aromaterapi desteği çok önemlidir.
Bir kişi, dekstrometorfan veya öksürük pastili içerenler gibi reçetesiz satılan ilaçlarla da biraz rahatlama bulabilir. Bunlar öksürüğü bastırmaya yardımcı olabilir.

Sabah kahveniz gerçekten bir enerji artışı mı yoksa sadece bir plasebo mu?

Araştırmacılar kahve ve kafein tüketiminin nörolojik etkilerini karşılaştırdı.
Kafein değil kahve tüketiminin görsel işleme ve üst düzey bilişsel işlevle bağlantılı beyin aktivitesini artırdığını buldular. Bulgular, kahve içmenin bazı önemli faydalarının kafeinle ilgili olmayabileceği anlamına geliyor.

Konu uyanıklığı ve performansı artırmak olduğunda sabah kahveniz bir plasebo olabilir mi?

Kahve içmenin ve sadece kafein tüketmenin etkilerini karşılaştıran yeni bir araştırmaya göre durum bu olabilir.

Birçok insan sabahları yorgunluğun üstesinden gelmek, uyanık kalmak ve verimli çalışmak için ilk iş olarak kahve içer. 20 yaş ve üzeri Amerika Birleşik Devletleri nüfusunun yaklaşık %75’i kahve içiyor ve yaklaşık %49’u her gün kahve içiyor.

Kahve, beyni farklı şekillerde etkileyen çeşitli bileşikler içerir. Kafein, bu bileşiklerin en bilinenidir ve hafızayı güçlendiren dopamin yollarını aktive ettiği bilinmektedir.

Alışılmış kahve içenlere karşı alışkın olmayan kahve içenlere karşı kahvenin beyin üzerindeki nörokimyasal etkileri hakkında çok şey bilinirken, psikolojik etkileri hakkında daha az şey anlaşılmaktadır.

Örneğin, bazı araştırmalar, kahvenin, içme alışkanlığı olmayan kişilerde bilişsel performansı etkileyebileceğini gösterirken, içme alışkanlığı geliştiren kişiler üzerinde tolerans geliştirdikçe daha az etkiye sahip olduğunu göstermektedir.

Aynı araştırma, kahvenin ve kafeinin canlandırıcı etkilerinin büyük bir kısmının, yoksunluk belirtilerinin kısa süreli yoksunluktan tersine çevrilmesiyle açıklanabileceğini öne sürüyor.

Kahvenin beyni nasıl etkilediğine dair daha fazla araştırma, insanları kahve içmeye neyin motive ettiğini daha iyi anlayabilir.

Son zamanlarda araştırmacılar, kahve veya kafein tüketmeden önce ve sonra kahve içme alışkanlığı olan kişilerin fMRI verilerini karşılaştırdılar.

Hem kahvenin hem de kafeinin beyin aktivitesinde değişikliklere neden olduğunu ve “varsayılan mod ağının bağlantısını” azalttığını buldular.

Bir basın açıklamasına göre, bu, kafein veya kahve tüketmenin insanların dinlenmekten görevler üzerinde çalışmaya geçişine yardımcı olduğunu gösteriyor.

Bununla birlikte, araştırmacılar, diğer aktivite türlerinin özellikle kahve içenler arasında arttığını da bulmuşlardır.

Bu, kahvede bulunan diğer bileşiklerin kahve içme duyusal deneyiminden kaynaklanıyor olabilir (Aroma, koku vb etkiler).

Kahve ve sadece kafein tüketmenin etkileri nelerdir?
Araştırma için, araştırmacılar günde en az bir fincan kahve içen 47 kişiyi işe aldı. Ortalama 30 yaşındaydılar ve 31’i kadındı.

Tüm katılımcılardan, çalışmaya katılmadan önce en az üç saat boyunca kafeinli içecek veya yiyecek tüketmekten kaçınmaları istendi.

Laboratuarda katılımcılara iki fMRI taraması yapıldı: biri kafein aldıktan veya bir fincan kahve içtikten 30 dakika sonra. fMRI taramaları sırasında katılımcılardan rahatlamaları ve zihinlerini başka yöne çevirmeleri istendi.

Nihayetinde araştırmacılar, varsayılan mod ağında (DMN) hem kahvenin hem de kafeinin işlevsel bağlantıyı azalttığını buldular.

Araştırmacılar, azalan modun dinlenmeden görev bağlamı işlemeye geçiş için daha yüksek hazırlığı gösterdiğini belirtti.

Ayrıca kahve tüketiminin, kafein tüketiminin değil, beynin somatosensoriyel ve motor ağları arasındaki bağlantıyı önemli ölçüde azalttığını belirtmişlerdir. Araştırmacılar, bunun, insanların kafeinli kahve içtikten sonra neden psikomotor etkinliğinin arttmasını açıklayabileceğini önermektedirler.

Kahve tüketimi, ancak kafein tüketimi, yürütme kontrolünde ve görsel işlemede yer alan görsel ağlarda artan aktiviteye yol açtı.

Kahve tüketimi ayrıca aşağıdaki alanlarda iyileştirmeler dahil olmak üzere daha iyi bilişsel işleve yol açtı:

çalışan bellek
bilişsel kontrol
amaca yönelik davranış

Kahve içmek duyusal bir deneyimdir
Araştırmacılar, kafein almanın ve kahve içmenin farklı etkilerinin, kahve içmenin duyusal deneyiminden kaynaklanabileceğini yazdı.

Kültürel olarak güne başlamadan önce bir fincan kahve içmenin sosyal norm olması nedeniyle plasebo etkisi bu durumda işe yarayabilir. Esasen, çoğu kişi “sabah kahvesini” “uyanmak” ve önümüzdeki güne hazırlanmak ile ilişkilendirir. Uyandıktan sonra, birçok insan rutin olarak güne başlamadan önce sabah kahvesini içer ve bu doğal olarak üretken olmakla ilişkilendirilir. Güne sabah kahvesi ile hazırlanmak kolektif bir deneyimdir ve “sabah kahvemi içene kadar benimle konuşma” sözünün geldiği sosyal norm yaşantımıza yerleşmiştir.

Ancak kahvenin ekstra etkilerinin içindeki diğer bileşiklerden de kaynaklanabileceğini kaydetti.

“Kahvenin terpenler – kafestol ve kahweol gibi bileşenleri ve klorojenik asitler gibi polifenoller, enerjiyi artırmak, ruh halini yükseltmek ve bize bu motive edici zihniyeti vermek için çeşitli beyin alıcılarıyla etkileşime girer. Kahvedeki terpenler ve polifenoller araştırılmıştır. Anti-enflamatuar ve antioksidan özelliklere sahip olduğu ve bunun da daha düşük bir depresyon riski ile ilişkisi olduğu gösterildi.

Çözünmüş kafein [kanda maksimum konsantrasyona ulaşması 50-60 dakika sürer] etkisini 1 saatten önce göremeyiz.

Araştırma kahve içmenin faydaları hakkında ne söylüyor?
Kahve içmek, deneklerin yürütme kontrolünü artırdı; bu, kahvenin, çalışma belleğinizi ve bilişinizi geliştirirken hedeflere yönelik zihninize fayda sağlayabileceği anlamına gelmektedir.

Yürütücü işlev bozukluğu yaşayanlar için kahve içmek motivasyonunuzu ve çalışma belleğinizi artırarak size fayda sağlayabilir.

Sonuçların kahve içmenin bazı faydalarının kafeinden bağımsız olarak geldiğini gösterdiğini de belirtti. Bunun, sabahları kafeinsiz kahve içmenin insanları daha uyanık ve odaklanmış hissettirebileceği anlamına gelebileceğini unutmamak gerekir.

Saç dökülmesi: Nedenleri, Tedavisi ve Önlenmesi Konusunda En Son Gelişmeler

American Academy of Dermatology Association’a göre, insanların kafalarından her gün 50 ila 100 saç teli dökmesi tamamen normaldir.

Bununla birlikte, saçın ilerleyici olarak incelmesine, kel alanlara ve hatta tamamen saç kaybına neden olan aşırı saç dökülmesi çok rahatsız edici olabilir. Saç dökülmesinin birkaç olası nedeni vardır.

Bunlar şunları içerir:

  • Uzun süreli hastalık, iş kaybı veya yas gibi büyük stres faktörleri
  • Bu tür saç dökülmesi telogen effluvium olarak bilinir antidepresanlar, beta blokerler, levodopa dahil bazı ilaçlar ve tiroid bozuklukları gibi kemoterapi ilaçları hastalıkları, seks hormonu dengesizliği veya protein, demir, çinko veya biyotin diyet eksikliği, örneğin otoimmünite, saçın kafa derisi, kaşlar veya kirpikler üzerinde bir veya daha fazla küçük yama halinde dökülmesine neden olabilir.Bu alopesi olarak bilinir
  • Travmatik veya traksiyon alopesi olarak bilinen saç foliküllerini zorlayan sıkı saç stilleri, genetik, erkeklik hormonları ve artan yaşın bir kombinasyonu, model saç dökülmesi veya androgenetik alopesi olarak bilinir; bu hem erkekleri hem de kadınları etkileyebilir.
  • Saç büyümesinin biyolojisi karmaşıktır, ancak son yıllarda bilim adamları, yukarıda sıralanan çeşitli faktörlerin saç dökülmesine nasıl neden olduğunu anlamaya yönelik ilerlemeler kaydetmiştir. Zamanla bunun yeni, daha etkili tedavilere yol açacağı beklenmektedir.

Saç köklerinde büyüme döngüleri

Bir saç folikülü, kıl gövdesini ve kökünü çevreleyen tüp benzeri bir deri gözenektir. Çoğu sağlıklı yetişkinin kafa derisinde yaklaşık 80.000–120.000 saç bulunur.

Her kıl folikülü art arda üç farklı fazdan oluşan bir büyüme döngüsüne girer: anajen, katajen ve telojen.

2 ila 7 yıl süren anajen döneminde, folikül içindeki saçlar ayda yaklaşık 1 santimetre uzar.

Folikül daha sonra saçın kan kaynağından ayrıldığı 2 haftalık bir geçiş aşaması olan katajene girer.

Son, aktif olmayan aşama veya telojen sırasında, folikül saçı döker. Folikülün yeni bir tane oluşturmaya başlaması 4 aya kadar sürebilir.

Bir kişi travmatik veya stresli bir olay yaşadıktan 2 ila 3 ay sonra, foliküllerin aktif olmayan, saç dökülme aşamasında sıkışıp kaldığı bir tür saç dökülmesi olan telogen effluvium geliştirebilir.

Kronik stres saç dökülmesini nasıl tetikler?

Mart 2021’de bilim adamları, kronik stresin saç köklerini nasıl daha uzun süre bu hareketsiz durumda tutabildiğini ortaya çıkardı.

Kıl kökü, yetişkin kök hücreleri olarak bilinen özel hücreler sayesinde vücutta kendini yenileyebilen birkaç dokudan biridir. Cambridge, MA’daki Harvard Kök Hücre ve Rejeneratif Biyoloji Departmanındaki araştırmacılar, farelerde kronik stresin bu hücrelerin aktivitesini nasıl bastırdığını keşfettiler.

İnsanlarda kortizolün fare eşdeğeri olan kortikosteron adı verilen bir stres hormonunun folikül kök hücrelerini etkisiz tuttuğunu gösterdiler.

Dolaşımdaki kortikosteronun yokluğunda, kök hücrelerin, hayvanların yaşamı boyunca çok daha fazla yenilenme turu geçirdiğini bulmuşlardır. Buna karşılık, kronik stresin bir sonucu olarak yüksek hormon seviyeleri, onları daha uzun süre hareketsiz tuttu ve daha az yenilenme turuna yol açtı.

Bununla birlikte, kök hücreleri doğrudan etkilemek yerine, kortikosteron folikül altındaki dermal papilla olarak bilinen bir hücre kümesi üzerinde hareket etti.

Araştırmacılar, farelerde stres hormonunun dermal papillanın normalde folikül kök hücrelerini aktive eden Gas6 adlı moleküler bir sinyal üretmesini engellediğini gösterdi.

Çalışmada hem normal hem de stres koşullarında, Gas6’nın eklenmesi, dinlenme aşamasındaki saç folikülü kök hücrelerini aktive etmek ve saç büyümesini desteklemek için yeterliy olduğu saptanıyor.

Gelecekte, Gas6 yolu, saç büyümesini teşvik etmek için kök hücreleri aktive etme potansiyeli nedeniyle kullanılabilir olarak gözükmektedir.

Araştırmacılar, insanlarda potansiyel tedavileri keşfetmeden önce farelerde daha fazla araştırma yapmaları gerekeceğini söylüyor.

Bir kas saç dökülmesine neden olur mu?

Bilim adamları ayrıca her saç kökünü çevreleyen bir kasın saç dökülmesinde ve yenilenmesinde nasıl rol oynayabileceğini de keşfettiler.

Dermal kılıf adı verilen kas, bir “düz kas” türüdür. Bu, – iskelet kasının aksine – istemli kontrol altında olmadığı anlamına gelir.

New York’taki Mount Sinai’deki Icahn Tıp Okulu’ndaki araştırmacıların liderliğindeki ekip, farelerde dermal kılıfın rolünü araştırdı.

Kasın, saç büyüme döngüsünün orta kısmı veya “katagen” olan saç folikülü gerilemesini fiziksel olarak yönlendirdiğini gösterdiler. Bilim adamları, dermal kılıfın kasıldığında, gerileme sürecini başlatmak için saç folikülünü sıkıştırdığını bulmuşlardır.

Aynı zamanda bu, dermal papilla hücrelerini folikülün altından cilt boyunca yukarıya, kök hücrelerin üst folikülde bulunduğu yere taşır. Yeni konumunda, dermal papilla daha sonra kök hücrelere yeni bir saç üretmeye başlaması için sinyal verebilir.

Araştırmacılar, aynı kasılma mekanizmasının insan saç köklerinde de çalıştığını gösterdi. Kasın kasılmasını önleyebilirlerse, saç köklerinin gerilemesini de durdurabileceklerine inanıyorlar.

Araştırmanın sonuçlarında yeni keşfedilen kasın bloke edilmesi ve kasılması, saç dökülmesi hastalıklarının neden olduğu kelliği tedavi edemez” diye de vurgulanmaktadır.

Ancak döngünün “yok etme aşamasını” durdurarak, bunun aksi takdirde yeni bir saç üretildiğinde kaybolacak olan mevcut saç telini koruyabileceğine dikkat çekiliyor.

“Follikül gerilemesini durdurma ve mevcut saç dökülmesini önleme olasılığı bizi heyecanlandırıyor” diyor.

Bir tabakta saç kökleri

Araştırmacılar, ilk kez laboratuvar ortamında, yani canlı bir hayvanın dışında tamamen işlevsel olgun fare kılı folikülleri geliştirdiler. “Saç folikülü organoidleri” veya “folikloidler”, 23 günde yaklaşık 3 milimetre büyüyen saç gövdeleri üretti.

Araştırmacılar, kültürlenmiş saç foliküllerinin, saç büyümesi ve pigmentasyonunun biyolojisini incelemek ve yeni ilaçları taramak için yararlı olacağını umuyorlar.

Japonya’daki Yokohama Ulusal Üniversitesi mühendislik fakültesinde profesör olan kıdemli yazar Dr. Junji Fukuda, “Bir sonraki adımımız, insan kaynaklı hücreleri kullanmak ve [tekniği] ilaç geliştirme ve rejeneratif tıp için uygulamaktır” diyor.

Çalışmaları, androgenetik alopesi gibi saç dökülmesi için yeni ve daha etkili tedaviler geliştirme fırsatları sunabilir.

Bununla birlikte, foliküloidler normal saçla aynı şekilde büyüme döngülerine girmezler. Saç döngülerini çoğaltmak için saç köklerinin canlı hayvanlara nakledilmesi gerekebilir.

Prof. Fukuda, kendisi ve meslektaşlarının yakın zamanda bunu, her biri 10 milimetre uzunluğunda bir saç teli içeren bireysel foliküllerle başardıklarını söyledi.

“Sonuçlardan, vücuttan gelen sinyallerin saç döngüleri için gerekli olduğunu düşünüyoruz” dedi.

Son çalışmalarının yayınlanmasından bu yana, kök hücrelerden insan saç kökleri de ürettiler, ancak bu kökler şimdilik olgunlaşmamış bir aşamada kalıyor.

Mevcut ilaç tedavileri

Model saç dökülmesi

Model veya androgenetik saç dökülmesi, erkeklerin ve kadınların yarısına kadarını etkiler. Hastalığı olan kişiler, kafa derisindeki androjenlere (erkeklik hormonları) karşı daha güçlü bir tepki vermeye genetik olarak yatkındır.

Dermal papilla hücrelerinde androjen reseptörlerinin aktivasyonu, saç köklerinin büyüme fazını (anagen) kısaltır. Saç dökülmesine duyarlı kişilerde, reseptörün aşırı aktivasyonu, folikülü aşamalı olarak küçültür ve bu da daha kısa, daha ince saçlarla sonuçlanır.

Durumu olan insanlar, dihidrotestosteron (DHT) adı verilen daha güçlü bir androjen üretirler. Ayrıca kafa derilerinde daha fazla androjen reseptörü ve testosteronu DHT’ye dönüştüren 5 alfa-redüktaz adı verilen daha yüksek bir enzim seviyeleri vardır.

Model saç dökülmesi için Gıda ve İlaç İdaresi (FDA) onaylı iki ilaç vardır:

  1. finasterid 
  2. minoksidil

Finasteride, kafa derisindeki DHT seviyelerini azaltmak için 5 alfa-redüktazı inhibe ederek çalışır.

Bununla birlikte, ilacın kadınlarda etkinliği belirsizdir ve bazı doktorlar hamile kalmak isteyen kadınlara ilacı almamalarını tavsiye eder çünkü ilaç erkek fetüsün belirsiz cinsel organ geliştirmesine neden olabilir.

Alternatif olarak, model saç dökülmesi olan dişiler, androjen aktivitesinin finasteridden daha az güçlü bir inhibitörü olan spironolakton adlı bir ilacı alabilirler.

Doğrudan kafa derisine uygulanan minoksidil solüsyonu – Amerika Birleşik Devletleri’nde Rogaine ve Birleşik Krallık’ta Regaine – kan kılcal damarlarını genişletir. Bu, daha fazla kan, oksijen ve besinin onlara ulaşmasına izin vererek saç köklerinin büyümesini teşvik edebilir.

Minoksidil hem erkekler hem de kadınlar için güvenlidir.

Alopesi areata

Haziran 2022’de FDA, bağışıklık sisteminin alopesi areata olarak bilinen saç köklerine saldırdığı bir saç dökülmesi türü için ilk tedaviyi onayladı.

Baricitinib adı verilen ilaç, başka bir otoimmün bozukluğun, romatoid artritin tedavisi için zaten onaylanmıştı.

Otoimmün hastalığa neden olan bazı moleküler sinyalleri bloke edebilen Janus kinazlar olarak bilinen enzimlerin aktivitesini inhibe ederek çalışır.

Klinik çalışmalarda, ilaç, şiddetli alopesi areatalı kişilerde saçların yeniden büyümesini teşvik etmede plasebodan daha iyiydi.

Saç dökülmesi nasıl en aza indirilir

Saç dökülmesi hem erkeklerde hem de kadınlarda yaşlanma sürecinin kaçınılmaz bir parçasıdır. Ancak saç köklerini korumanın ve saç dökülmesini yavaşlatmanın yolları vardır.

Cortina Health’in kurucusu ve CEO’su ve Harvard Tıp Okulu’nda plastik cerrahi profesörü olan Dr. Reid Maclellan, “Saçlarınızın döküldüğünü fark ettiğiniz anda, tıpkı bir dermatolog gibi bir sağlık uzmanından randevu alın” tavsiyesinde bulundu. “Bir uzmana ne kadar erken danışırsanız, onu hızlı bir şekilde tedavi etmeye başlayabilir ve daha fazla saç dökülmesini en aza indirebilirsiniz” olarak tavsiyede bulundu. Saçlar incelmeye başlarsa, sıcak aletler, fön makineleri, agresif havlu kurutma ve topuz gibi sıkı saç modellerinin kullanılmamasını tavsiye etti.

Piyasada saç dökülmesine yardımcı olduğunu iddia eden yüzlerce ürün, şampuan, vitamin, takviye vb. ile düşük seviyeli 3. sınıf lazerler kullanılmaktadır. Kırmızı ışık tedavisi veya soğuk lazer tedavisi olarak da adlandırılan düşük seviyeli lazer tedavisi, kan dolaşımını teşvik etmek ve saç büyümesini teşvik etmek için kafa derisini ışınlar.

2020’de yapılan bir araştırma incelemesi, tedavilerin hem erkekler hem de kadınlar için güvenli ve etkili olduğu sonucuna vardı.

Androgenetik saç dökülmesi konusunda endişeleriniz varsa, saç dökülmesinin altında yatan başka bir neden olmadığından emin olmak için bir doktorla yakın çalışmanız çok önemlidir.

Bir doktor kan çalışması ve hatta görüntüleme önerebilir. Bu da sorunun net olarak ortaya konulup uygun tedavinin seçilmesine yardımcı olacaktır. Örneğin, diyet eksikliklerini kontrol etmek için yapılan kan testleri, ferritin ve D vitamini düzeylerini içerebilir.

Hastaların kendilerinin yapabileceği sağlıklı alışkanlıklar, besleyici bir diyet uygulamak ve stres seviyelerini düşük tutmaya çalışmak bir diğer uygulama olarak önerilebilir

Sonuç olarak çağımızın hastalığı olan stres ve buna bağlı olarak kan dolaşımında artan Kortikosteron seviyeleri saç dökülmesinin ana nedenleri arasında sayılabilir. Buna genetik özellikleri kişisel ve çevresel koşullar eklenince saç dökülmesi kaçınılamz bir hal almaktadır.

 

Saçlarınız ağarıyor mu? Bir kök hücre ‘bozukluğu’ neden olabilir-2

Melanosit kök hücreleri farklılaşabilir

Northwestern Üniversitesi’nde bir dermatoloji profesörü olan Dr. Rui Yi, kök hücrelerden türetilen özel hücrelerin, belirli bir hücre kültürü ortamına maruz kaldıklarında farklılaşmaya maruz kalabileceğinin gösterildiğini belirtti. Bununla birlikte, canlı organizmalarda kök hücrelerin farklılaşmadığına dair sınırlı kanıt vardır.

“İnsanlar genellikle kök hücrelerin kendi kendini yenileyerek kendilerini koruduklarını düşünürler, ancak farklı hücre türleri oluşturmak için de farklılaşabilirler. Tipik olarak, bu farklılaşma sürecinin geri döndürülemez olduğunu düşünüyoruz. Örneğin, hematopoietik kök hücreler, T hücreleri ve B hücreleri dahil olmak üzere farklı kan hücrelerine farklılaşabilir. Dr. Yi, bu hücreler normalde asla geri dönmeyecek” olarak açıklama yapmıştır.

“Bu, doku kök hücresinin, bu durumda melanosit kök hücrelerinin kesinlikle farklılaşabileceğinin bir göstergesidir. Çalışma, melanosit kök hücrelerinin farklılaşabildiğini ve uygun mikroortama girdiklerinde farklılaşabildiklerini gösterdi” olarak saptadılar.

Önceki çalışmalar, Wnt proteini tarafından aktive edilen sinyal yolunun, McSC’lerin farklılaşmasını etkileyebileceğini göstermiştir. Mevcut çalışmadan elde edilen bulgular, ampuldeki epitel hücreleri tarafından eksprese edilen Wnt proteininin, saç tohumu McSC’lerinde Wnt sinyal yolunu aktive ederek bunların farklılaşmasına neden olduğunu ileri sürdü.

Bu sonuçlar, Wnt yolunun, McSC’lerin farklılaşmasının ve farklılaşmasının düzenlenmesinde önemli bir rol oynadığını göstermektedir.

Yaşlanmayı hızlandırmak için saç koparma

Önceki çalışmalar, McSC’lerin rejeneratif kapasitesinde folikül kök hücrelerinde gözlemlenenden daha hızlı yaşa bağlı bir düşüş olduğunu göstermiştir. Sonuç olarak, folikül kök hücreleri, yeterli pigment üreten melanositlerin yokluğunda, saçın uzamasını kolaylaştıran hücreler üretmeye devam eder. Bu, yaşlanmayla birlikte saçların beyazlamasına neden olur.

Bu çalışmada araştırmacılar, çıkıntı ve saç tohumu bölgesindeki McSC’lerin dağılımındaki bir değişikliğin saçın beyazlamasını açıklayıp açıklamayacağını incelediler. Yaşlanmanın saçın beyazlamasına nasıl yol açabileceğini değerlendirmek için araştırmacılar, her bir telojen fazda farelerin saçlarını kopararak yaşlanma sürecini hızlandırdılar.

Saç yolmadan sonra şişkin kök hücre bölmesindeki McSC sayısının %10’dan %50’ye çıktığını bulmuşlardır. Bunun nedeni, telojen fazı sırasında şişkin kök hücre bölmesinden saç çıkıntı bölmesine dönen daha az McSC’ydi.

Ayrıca, hem farklılaşmış olgun melanositleri hem de nesil McSC’leri oluşturmak için çoğalabilen saç tohumu McSC’lerinin aksine, çıkıntı bölgesindeki McSC’ler çoğunlukla hareketsizdi ve yalnızca McSC’lerin kendini yenilemesine katkıda bulundu.

Diğer bir deyişle, çıkıntıdaki McSC’ler çoğunlukla kendi kendini yenileme yoluyla kök hücre popülasyonunun korunmasına katkıda bulunur ve farklılaşmış pigment üreten melanosit üretmezler. Bu nedenle, yaşlanma ile birlikte saç tohumu McSC’lerinin kökte birikmesi, saç için melanin pigmenti üretebilecekleri saç tohumu bölgesine geri dönen kök hücrelerin daha düşük bir oranına yol açabilir.

Dr. Yi, bu deneylerin fareler üzerinde yapıldığını ve bu bulguların insanlarda tekrarlanıp tekrarlanamayacağını incelemek için daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğunu kaydetti.

 

Saçlarınız ağarıyor mu? Bir kök hücre ‘bozukluğu’ neden olabilir.

Saç folikülleri, saç renginden sorumlu melanin pigmentini üreten hücreleri üreten melanosit kök hücreleri de dahil olmak üzere birkaç farklı hücre türü içerir.
Farelerde yapılan yeni bir çalışma, bu melanosit kök hücrelerinin, saç büyümesi ve dökülmesinin her döngüsü sırasında saç folikülündeki iki bölge arasında – saç rengi için pigment ürettikleri bir bölgeden kök hücre ürettikleri başka bir bölgeye – göç ettiğini göstermektedir.
Çalışma, yaşlanmanın bu melanosit kök hücrelerinin daha büyük bir kısmının kök hücre ürettikleri bölgede sıkışıp kalmasına neden olduğunu, bunun da kök hücrelerin daha küçük bir kısmının melanin üreten hücreler üretmesine ve saçın beyazlamasına neden olmasına neden olduğunu buldu.

Saç üreten yapılar olan saç folikülleri, bir bireyin yaşamı boyunca birkaç büyüme döngüsünden geçer. Yaşlanmayla birlikte folikül büyüme döngülerinin sayısındaki artış, saç pigmenti üreten melanositleri oluşturabilen folikülde bulunan kök hücreler olan melanosit kök hücrelerindeki (McSC’ler) eksikliklerle ilişkilidir. Bu eksikliklerin saçların beyazlamasına neden olduğu düşünülmektedir.

Melanosit kök hücreleri, her saç folikülünün tabanında iki ayrı yerde bulunur. Çıkıntı adı verilen konumlardan birinde, bu McSC’ler, olgunlaşmamış kök hücre popülasyonunu sürdürmek için kendi kendini yenilemeye tabi tutulur. Saç tohumu bölgesi olarak adlandırılan diğer bölgede, McSC’ler saç için melanin pigmenti üreten melanositleri oluşturmak üzere farklılaşabilir.

Daha önce, McSC’lerin melanositlere farklılaştığında, bu sürecin geri döndürülemez olduğu düşünülüyordu.

Bunun yerine, Nature Trusted Sources’ta yayınlanan yakın tarihli bir çalışma, McSC’lerin yukarıda belirtilen iki konum arasında ileri geri hareket edebildiğini, kıl germ bölgesinde saç pigmenti üreten melanositleri üretmek için farklılaşabileceğini ve ardından çıkıntıya yer değiştirebileceğini ve bakımını sağlamak için yeterli kök hücre kaynağı farklılaşabileceğini öne sürüyor.

Başka bir deyişle, her büyüme döngüsü sırasında, McSC’ler pigment üreten kısmen farklılaşmış bir duruma farklılaşabilir ve daha sonra farklılaşmamış bir duruma geri dönebilir.

Çalışma aynı zamanda hücrelerin bu bölgeler arasındaki göçünün tekrarlanan saç kökü büyüme döngüleri ile bozulduğunu da gösterdi. Bu, pigment üreten melanositlere dönüşebilen daha az kök hücre ile sonuçlanır ve böylece saç beyazlamasına yol açar.

Çalışmanın yazarı, New York Üniversitesi’nden hücre biyoloğu Dr. Mayumi Ito, “ Analizimiz, melanosit kök hücrelerinin önceden düşünülenden daha dinamik/hareketli olduğunu ortaya çıkardı. Melanosit kök hücrelerinin saç folikülü içinde hareket ederken, kök hücrelerin hücre durumunu olgunlaşmamış durumdan olgun duruma geri dönüşümlü olarak değiştirebildiğini ve bu tersine çevrilebilirliğin, bu kök hücrelerin uygun şekilde bakımı için kritik olduğunu ortaya çıkardık.”

Dr. Ito ayrıca, “Çalışma, sağlıklı melanosit kök hücrelerini korumanın saç rengini korumanın anahtarı olduğunu gösteren önceki çalışmalara dayanmaktadır. Çalışmamız, melanosit kök hücrelerinin hareketli olduğunu ancak saç melanositlerinin rejenerasyonunu yalnızca saç folikülü içinde belirli bir alanda (saç germ bölmesi) bulunduklarında başlatabildiklerini göstermektedir. Çalışmamız ayrıca melanosit kök hücre lokalizasyonunun yaşlanma sürecinde değişebileceğini düşündürmektedir. Melanositleri saç folikülü içinde uygun bir yere taşımak saç beyazlamasını önlemeye yardımcı olabilir.”

Kök hücrelerin saç büyüme evrelerindeki rolü

Her saç teli, şaft adı verilen görünür dış kısımdan ve cilt yüzeyinin altında bulunan kökten oluşur. Saçın kökü, saç büyümesini teşvik etmekten sorumlu olan saç folikülü tarafından çevrelenir veya kaplanır. Saç folikülü ayrıca saçın yapısını ve rengini de etkiler.

Saç folikülünde bulunan çok çeşitli hücreler arasında kök hücreler bulunur. Vücuttaki kök hücreler, vücuttaki dokunun yenilenmesinden sorumludur ve bir dizi özel hücre oluşturmak üzere farklılaşabilir.

Spesifik olarak, bir kök hücrenin bölünmesi, aynı yavru kök hücrelerin ve/veya farklı kaderler üstlenmek üzere farklılaşabilen hücrelerin oluşumuyla sonuçlanabilir. Kök hücrelerin belirli bir işlevi yerine getiren bir hücre tipine bu farklılaşmasının geri döndürülemez olduğu düşünülmektedir.

Saç folikülündeki kök hücreler, saç kökü hücrelerinin yenilenmesine yardımcı olacak ve saç büyümesini kolaylaştıracak hücreleri üretir. Bir kişinin yaşamı boyunca her saç kökü, üç aşamadan oluşan birkaç büyüme döngüsünden geçer.

Anajen, iki ila altı yıl sürebilen ve saç folikülündeki hücrelerin bölünmesini içeren ve saç şaftının uzamasına yol açan büyüme aşamasını ifade eder.

Büyüme aşamasını, birkaç hafta süren ve saç folikülünün küçülmesini ve saç büyümesinin yavaşlamasını içeren kısa bir geçiş aşaması olan katagen izler.

Sonraki aşama, üç ila dört ay süren ve eski saçların büyümesinin ve dökülmesinin durdurulmasını ve ardından yeni bir büyüme aşamasının başlatılmasını içeren dinlenme aşaması veya telojen olarak adlandırılır.

Saç kökünü oluşturan ve keratin üreten hücreler, saç kökü kök hücreleri tarafından üretilir. Aksine, saç renginden sorumlu pigment olan melanin üreten melanositler, melanosit kök hücrelerinin (McSC’ler) farklılaşmasıyla üretilir.

Bu McSC’ler, telojen fazı sırasında iki farklı yerde bulunur. Bu, kıl germ alanı adı verilen geçici bir yapıda bulunan McSC’leri içerir. Saç germ bölgesi ayrıca saç folikülü kök hücrelerini içerir ve büyüme aşamasında saçın uzamasında önemli rol oynar.

Saç folikülünün saç tohumu bölgesinin üzerinde, aynı zamanda McSC’leri de içeren çıkıntı adı verilen bir bölge bulunur. Çıkıntı alanı, kök hücre bölmesi olarak bilinir ve bir yedek kök hücre popülasyonunu sürdürmek için gerekli olduğu düşünülür.

Çıkıntı alanı potansiyel olarak kök hücre bölmesi olarak hizmet ederken, saç germ bölgesindeki melanosit kök hücreleri, büyüme veya anajen fazı sırasında saç için pigment üreten olgun melanositleri oluşturmak üzere farklılaşır.

Saç pigment hücrelerinin dönüştürülmesi

Araştırmacılar, McSC’lerin, büyüme fazının başlangıcından önce çıkıntıdan ziyade çoğunlukla kıl germ bölgesinde lokalize olduğunu bulmuşlardır. Saç tohumu bölmesinde bulunan bu McSC’ler, yavru McSC’lerin ve farklılaşmış melanositlerin popülasyonuna büyük ölçüde katkıda bulunmuştur. Araştırmacılar, çıkıntı bölgesinde birkaç McSC buldular ve bu, hem olgun farklılaşmış melanositlerin üretilmesinde hem de McSC popülasyonunun korunmasında saç tohumu McSC’lerinin önemini vurguluyor.

Ek olarak, araştırmacılar, büyüme fazı sırasında saç tohumu McSC’lerinin ampuldeki pigment üreten olgun melanositlere farklılaşmasının geri döndürülemez olduğunu ve bu melanositlerin büyüme fazının sonunda öldüğünü bulmuşlardır. Bu olgun melanositler, kök hücre belirteçleri göstermedi.

Saç tohumu McSC’lerinin çoğalması, aynı zamanda, saç tohumu bölgesinde bir ara farklılaşmış duruma farklılaşabilen aynı yavru McSC’leri de üretti. Bu kızı McSC’ler, erken-orta büyüme fazı sırasında hem kök hücre işaretleyicilerini hem de pigment genlerini ifade etti.

Ayrıca, bu saç tohumu McSC’leri, anajen sırasında şişkinliğe göç edebilir. Çıkıntıda, bu McSC’ler kök hücre popülasyonunu korumak için farklılaştı. Bu farklılaşmamış McSC’ler, anagen fazı sırasında çıkıntıda bulunur ve daha sonra bir sonraki telojen fazı ile tüy germ bölgesine geri göç eder.

Başka bir deyişle, bu bulgular, diğer kök hücrelerin aksine, McSC’lerin farklılaşmamış bir durumdan farklılaşmış bir duruma ve geri dönebildiğini göstermektedir.

Bu, çıkıntı ve kıl germ bölmelerini işgal eden farklı kök hücre popülasyonları yerine, McSC’lerin bu bölgeler arasında seyahat etmesi ve hem kendini yenileme hem de farklılaşmış, olgun melanosit üretme işlevlerini yerine getirme yeteneğine sahip olduğu anlamına gelir.